Çocukluğumdan beri onların avukatıyım
Soma’da
karnındaki bebekleri yetim kalan kadınları, Ermenek’te ayaklarında çarık
olmayan ve çocuklarını çamura gömen ana babaları, Berkin Elvan’ı, Hasan Ferit
Gedik’i, Dilek Doğan’ı, Sıla Abalay’ı savunmak ilkokuldaki Mehmet’i savunmak
demekti. Ve ben o Mehmetleri asla savunmasız bırakmadım. Hayatımın en mutlu
zamanlarını halkımı savunurken yaşadım. Hayatı ve halkı savunurken, hayatı ve
halkı tanıdım.
Aytaç
Ünsal*
“Sana bu
mektubu
içine yüreğimden başka bir şey katmadan
yolluyorum”
Nazım Hikmet
mektubu
içine yüreğimden başka bir şey katmadan
yolluyorum”
Nazım Hikmet
Merhaba!
Nasılsın?
Sana kendimi anlatmak istedim. Ölüm orucunda olan bir avukatı tanımak istersin
diye düşündüm. Bu hikayenin içinde bir avukatın ölüme yürüyüşünün nedenleri
vardır. Ve aslında bu hepimizin hikayesidir.
Memur bir
ailenin tek oğluyum aynı zamanda tek çocuğuyum. Memur çocuğu olmak demek bir
yandan hiçbir yerden olmamak bir yandan Anadolu olmak demektir. Çünkü doğduğun
yer farklıdır, büyüdüğün ve kendini bildiğin yer farklıdır. Benim için de böyle
oldu.
Annem
Denizli Acıpayam babam Adana Kozanlıdır. Ama ben Antakya’da Arap bir ebe
eşliğinde dünyaya geldim. Hakime bir annenin oğluyum. Yargı mekanizmasına vakıf
olmak insana çocukluktan beri hak, hukuk ve adaleti öğretiyordur gibi
düşünülebilir. Oysa benim çocukluktan itibaren adaletsizliği tanımamı sağlamıştır.
Çocukluğumda bile sınıfsal farkları gözümün önünde somutlamıştır. Babam ise
orman mühendisiydi. Birçok kez Orman Müdürlüklerinin lojmanlarında kaldık.
Antakya’da
çok küçüktüm. Ama halkın hayatı tüm çıplaklığıyla karşımdaydı. Kaldığımız
lojmanda zaman zaman Zeliha isminde genç bir kız bana bakmaya geliyordu. Bana
bakarak, anneme yardım ederek para kazanıyordu. Nusayri yoksul bir ailenin
kızıydı. Güzel bir Arap şivesiyle Türkçe konuşuyordu. Kendisi hayatı henüz
tanımayan Zeliha benimle birlikte yaşamı öğreniyordu. Ve Zeliha’nın annemin
eski kıyafetlerini giymek zorunda kalan yoksulluğuna tanık oldum.
Bizimle
aynı binada oturan bir orman işçisinin oğlu vardı. Adı Mustafa. Benimle yaşıt
ama benim gibi değil. Çünkü ben etrafımda kimse olmadan sokağa çıkamam ama
Mustafa sokaklardadır. Benim üç tekerlekli bisikletim vardır ama Mustafa taşlı
yollarda koşar. Ve yalın ayaktır. Benim gibi yeni spor ayakkabıları yoktur. Ve
Mustafa benden farklı olarak hep açtır. Yalın ayak taşlı yollarda koşturan 4-5
yaşlarındaki bir çocuğun açlığına orada tanık oldum. Ve haşlanmış yumurtalarımı
düzenli olarak onunla paylaşmayı ilk kez orada öğrendim.
Bir
sonraki durağımız Çanakkale’nin küçük ve sevimli ilçesi Bayramiç’ti. Vatanın
cennet haliydi Bayramiç. Tıpkı Antakya gibi Anadolu’nun zenginliğiydi. Çingene
halkıyla Türk halkı iç içe yaşıyordu. Burada da benimle ilgilenen, eve
temizliğe yardım eden genç bir kız vardı. Bu sefer adı Berna’ydı. Ve bu kez
Nusayri değil ama Çingene’ydi. Ama aynı yoksulluk ama aynı emekçilikti. Bu kez
oyun arkadaşım ise Türk Sünni İslamcı bir ailenin oğlu İsmail’di. Sık sık
ziyaret ettiğim başka arkadaşlarım da vardı. Orman İşletme’de çalışan işçiler
bazı öğle aralarında barınaklarının yanına mangal kurup “boklu balık”
yaparlardı. Çanakkaleliler içi temizlenmeden pişirilen sardalya balığına bu adı
verirler. Tabii mangalın kurulduğunu beş duyumla tespit ettikten sonra kasap
önünde dolaşan kediler gibi etraflarında dolanmaya başlardım. Fark edip hemen
yanlarına çağırırlardı. Ve bir süre sonra bu mütevazı mangal partisinin bir
üyesi haline gelmiştim. Doğallığı, içtenliği, sıcaklığı, o insanlar arasında
tanıdım.
Çanakkale’den
sonra İç Ege’ye doğru yola çıktık. Uşak’taydık. Artık ilkokula da başlamıştım.
Ve tanıklıklarım artarak devam etti. İlkokulda bizim gibi bürokrat devlet
memuru çocuklarının nasıl kayırıldığını bizzat yaşadım. En yakın arkadaşım
Yavuz isminde Konyalı bir işçi çocuğuydu. Okulun büyük çoğunluğu bu işçi ve
çiftçi çocuklarından oluşuyordu. Onlarla aynıydık ama bir yandan da birbirimiz
gibi değildik. Başka bir sınıfta okuyan Mehmet diye bir arkadaşım vardı. Önlüğü
yamalıydı. Yakası kız öğrencilerinin yakasına benziyordu. Ailesinden harçlık
alamadığı için teneffüslerde simit alamıyordu. Bunu görünce eve dönünce anneme
ağlamıştım. Ve sormuştum “Neden? Neden o öyle?”. Çünkü bu yaşadıklarım annemin
bana okuduğu Diyet, Gönen gibi Ömer Seyfettin hikayelerindeki hak ölçülerine
uymuyordu.
Annem de
açıklamaya çalışıyordu. Ve “sen de ona simit ayran alabilirsin” diye tavsiyede
bulunuyordu. Bir gün okulun serseri çocuklarından biri Mehmet’i aşağılamaya ve
ona sataşmaya başladı. Deliye döndüm. Çocuğun üzerine atılıp yere düşürdüm ve
tekmelemeye başladım. Mehmet’in yaşadıklarının hesabını soruyordum sanki.
Durmuyordum, öfkemi boşaltıyordum. Zor aldılar çocuğu elimden. Sonra öğretmenim
sınıfın önünde beni tahtaya kaldırarak yaptığımın hesabını sormuştu. “Neden
yaptın?” diye sorunca, “Çünkü o benim kardeşim” demiştim. Öğretmen tek çocuk
olduğumu bildiği için şok olmuştu. “Nasıl yani Mehmet ÜNSAL mı onun adı?”
demişti. O kadar sahiplenmiştim ki annemi arayıp “Aytaç’ın kardeşi var mı?”
diye sormuştu. Vardı! O benim kardeşimdi.. bir çocuğun yaşadığı ezikliğe ve
arkadaşım Yavuz’un bodrum katındaki küf kokulu izbe işçi evine orada tanıklık
ettim.
Ardından
üniversiteye kadar kaldığım İzmir’deydik. Artık İzmir’de bu sınıf farkları
benim aklımın alamayacağı kadar fazlaydı. Gittiğim lise karışıktı. Zengin
ailelerin çocukları da vardı ama büyük ölçüde yoksul halk çocuklarının okuduğu
bir yerdi. Liseye başlayana kadar İzmir’deki en iyi arkadaşlarım apartmanın
kapıcısının çocuklarıydı. Hep onların evindeydim, onlar da sık sık bizdeydi.
Kendimi hep orada, işçilerin, halkın yanında daha rahat hissediyordum.
Zenginlerin arasında o kasıntı, ilkel bireycilik, gösteriş beni boğuyordu. Lisede
bunu çok kez deneyimledim.
Türk Sünni
bir ailede yetişmiştim. Özellikle baba tarafında Kozan’da MHP’nin etkisi
yoğundu. Annemin babası, dedem Süleyman Demirel hayranıydı. Ben de politik biri
olmamakla birlikte bu gerçeklik dışında doğru düzgün bir şey görmemiştim.
Lisede yaşadığım bir olay bana tüm bunları sorgulatmıştı. Bir sınıf arkadaşım
vardı Yusuf adında. Mardinliydi, Kürttü. Tarih dersine gelen öğretmen bir gün
Yusuf’u kaldırdı ayağa “Söyle bakalım Yusuf, sen Arap mısın, Kürt müsün, Türk
müsün?” diye sordu. Yusuf “Kürt’üm” deyince “Sen dersimden kaldın!” dedi. Şok
olmuştum. Neydi bu şimdi. Ülkemizin gerçeğiydi ve ben de bu gerçekle lisede
yüzleştim. Yurtta kalan, dolmuş parası olmadığı için her gün okula
kilometrelerce yürümek zorunda olan, bundandır ki sınıfta uyuklayan
arkadaşlarımın gerçekliğinde yüzleştim. Tek maaşla ayakta kalmaya çalışan ve
her gün makarna pilav yemek zorunda olan ailelerin gerçekliğinde gördüm.
Ankara’ya
üniversite okumak için gittiğimde hukuk fakültesinde okuyan öğrencilerin çoğu
durumu iyi olan ailelerin çocuklarıydı. Milyonların bu gerçeğinden çok
uzaktılar. Hani Türk filmlerinde der ya başka dünyaların insanlarıydılar.
Gündemleri, dertleri çok başkaydı. Rahat değildim, mutlu değildim. Benim
alışkın olduğum, açık, samimi, sıcak, “haklı ve doğruyu” çocuk gibi kabul eden,
ağız dolusu gülmeyi bilen, zor zamanda omuz başında biten, mert insanlarımın
ilişkileriydi. Ben Zeliha’yı, Mustafa’yı, Berna’yı, İsmail’i, Mehmet’i,
Yavuz’u, Yusuf’u arıyordum. Sanki onlar bir anda kaybolmuş gibi hissediyordum.
Sonra
Halkın Hukuk Bürosu’nu tanıdım. Ve anladım ki aslında onlar her yerdeler. Hem
de milyon milyonlar. Onları yeniden buldum. Katıldığım Cansel Malatyalı
direnişinde tanıdım onları. Kazova işçilerinin yanında tanıdım. Kınıklı maden
işçilerinde gördüm. Halkın Hukuk Bürosu avukatı olan sevgili eşim Didem’de
buldum onları yeniden. Onları bir kez daha bulduktan sonra da asla yalnız
bırakmadım. Soma’da karnındaki bebekleri yetim kalan kadınları, Ermenek’te
ayaklarında çarık olmayan ve çocuklarını çamura gömen ana babaları, Berkin
Elvan’ı, Hasan Ferit Gedik’i, Dilek Doğan’ı, Sıla Abalay’ı savunmak ilkokuldaki
Mehmet’i savunmak demekti. Ve ben o Mehmetleri asla savunmasız bırakmadım.
Hayatımın en mutlu zamanlarını halkımı savunurken yaşadım. Hayatı ve halkı
savunurken, hayatı ve halkı tanıdım. Çocukluğumda yaşamı Zeliha’dan,
Mustafa’dan, Mehmet’ten, işçilerden öğrenmiştim. Halkın Hukuk Bürosu ise bana
yaşamı gerçek anlamda öğretti.
Kınıklı
işçiler, Kazova işçileri, Cansel Malatyalı, Türkan Albayrak, her yerde direnen
TAYAD’lılar, özgür tutsaklar, vatan sevme ustası devrimciler, burada adını
sayamayacağım kadar çok olan müvekkillerim, eşim, sevdam, Didem’im bana
gerçekten yaşamanın ne olduğunu öğrettiler. Vefayı, bağlılığı, dayanışmayı,
paylaşmayı, sevgiyi, güveni iliklerime kadar yaşadım. Ve çok büyük rahatlıkla
“yaşadım” diyebiliyorum.
Şimdi bana
tüm bunlardan vazgeçmemi dayatıyorlar. İşçileri, köylüleri, Anadolu halklarını
savunamazsın diyorlar. Halkın Hukuk Bürosu’nda avukatlık yapamazsın diyorlar.
Önümüzdeki 10,5 yıl boyunca Didem’i göremezsin diyorlar. Halka, vatana ve
sevdama, mesleğime yasak koymaya çalışıyorlar. Ama bunlar öyle hemen
vazgeçilebilecek, değersiz şeyler değildir. “Neyse, yapacak bir şey yok”
diyecek kadar basit değildir. Bana hayatı öğreten, emeğiyle beni insan haline
getiren halkımdan, Anadolu’mdan asla vazgeçmem. Ölürüm ama vazgeçmem.
İşte benim
yolculuğumun hikayesi böyledir. Dün hayatımda olan Mustafa bugün de vardır.
Şimdi Kırıklar 1 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde 300’lü günlerine geliyor. Ölüme
koçakça direniyor.
Simit
yiyemeyen Mehmet bugün 30 kilo kalmış İbrahim Gökçek’tir. Ve ben onların
çocukluğumdan beri ailesiyim. Ve ben onların çocukluğumdan beri avukatıyım.
Ölürüm ama onları savunmaktan vazgeçmem!
NOT: Bu
yazı Aytaç Ünsal’ın 5 Nisan 2020 tarihli mektubudur. Ölüm orucundaki Mustafa
koçak 24 Nisan’da, İbrahim Gökçek ise 7 Mayıs’ta vefat etti.
*Avukat