https://halkinsesiradyo.com/4479-2/
Bayrağımız Ülkenin Her Tarafında Dalgalanacak
16-17 Nisan Direnişi
Yer: İstanbul, Sahrayı Cedit, Erenköy, Üstbostancı, Çiftehavuzlar
Tarih: 16-17 Nisan 1992
16-17 Nisan 1992 Çiftehavuzlar
Devrimin Bayrağı Dalgalanıyor Ölüme İnat
16 Nisan… Gün bitmek üzere… Biten gün devrimin zaferiyle sonuçlanacak bir çatışmanın başlangıcına tanıklık ediyor.
İstanbul’un tüm işkencecileri, tüm infaz mangaları sokaklarda; Sahrayı Cedit, Erenköy, Üstbostancı ve Çiftehavuzlar kuşatılmış.
Üstbostancı’da Sinan Kukul, Şadan ve Arif Öngel direniyorlar katiller sürüsüne karşı. Teslimiyet yok Üstbostancı’da. Çatışarak kuşatmayı yarmaya çalışıyorlar.
Katiller sürüsü Erenköy’de de Ahmet Fazıl Özdemir, Hüseyin ve Satı Taş’ın sloganlarıyla, marşlarıyla karşılaşıyorlar. SDB’ler komutanı Fazıl ve yoldaşları 16-17 Nisan direnişini örüyorlar inançları ve cesaretleriyle.
Kozyatağı’nda Ayşe Gülen’le Ayşe Nil Ergen, katillere karşılarında teslim olan bir devrimci görme mutluluğunu tattırmıyorlar.
Ve direniş Çiftehavuzlar’da doruğa çıkıyor, bayraklaşıyor. 17 Nisan bir operasyondan doğan direniş destanının adı olarak kazınıyor tarihe.
Operasyon polis telsizlerinden ilk olarak 21.30’da duyuluyor. Açık bir belirtme değil bu. Ama yine de “birşeyler” olduğu belli. Basın bölgeye akıyor.
Çiftehavuzlar bölgede en son kuşatılan üs.
Saat 23.00 sıraları… Hemen her operasyonda, her kuşatmada olduğu gibi, yollar sokaklar kesiliyor. Halk evlerine hapsediliyor. Ve bir katliam daha, bir direniş daha polis açıklamalarının klasik kalıpları içinde boğulmaya çalışılıyor.
Ama öyle olmuyor Çiftehavuzlar’da. Direniş saat saat, an an tüm ayrıntılarıyla kalıyor tarihe. Düşmanın, düşmanın devletinin o güne kadarki direnişlerden halka, devrimcilere ulaşmasını önlemeye çalıştığı o inancın, coşkunun, bağlılığın gücü tüm görkemiyle yayılıyor Çiftehavuzlar’dan.
Çiftehavuzlar’da Karasu Apartmanı’nın 12. katındaki kuşatılan üste Devrimci Sol Merkez Komitesi Üyesi Sabahat Karataş ve yoldaşları Eda Yüksel ve Taşkın Usta vardır.
Kuşatmanın daha ilk anlarında Sabahat Karataş telefonun ahizesine uzanır ve tuşlara basar. Aranan TAYAD Başkanı Gülten Şeşen’dir. Soğuk kanlıdır Sabo, sakin, güçlü.
– Merhaba. Evimizi sarmış durumdalar. 30 dakika oldu. Ben ve iki yoldaşım varız. Yarım saattir oyalıyoruz. Tüm belgeleri banyoda yaktık. Bir çöp bile bırakmadık. Biraz sonra ateş etmeye başlarlar. Çatışacağız. Niyazi’lerin, Apo’ların, Haydar’ların yanına gideceğiz. 12 Temmuz şehitlerinin yanına gideceğiz.
Hemen arkasından Eda alır bu kez ahizeyi.
– Bizler Devrimci Sol savaşçıları
olarak Türkiye halkları için şehit düşeceğiz. Bizler çok iyiyiz. Çok sakiniz.
Kızıldere’de, 12 Temmuz’da ölümü gülerek kucaklayan yoldaşlarımız gibi, biz de
ölümü gülerek, çarpışarak karşılayacağız.
Soğukkanlıdırlar.
Bulundukları üssü kuşatan ağır
silahlarla, bombalarla donatılmış yüzlerce polisin biraz sonra saldıracağını
bilmektedirler. Panzerler, ekip otolarıyla doludur tüm çevre. Uzun namlulu
silahlar üzerlerine çevrilidir. Yani ölüm, eşikte bile değildir artık, eşiği
aşmıştır. Ama yine de soğukkanlıdırlar.
Can telaşı yoktur onlarda.
Kuşatmayı fark ettikleri anda,
saldırıya karşı barikatlarla güçlendiriyorlar üslerini. Ve bir yandan da
yoldaşlarının güvenliğini koruma çabası içindedirler… Kuşatmanın yarım saati
dolarken, Karasu Apartmanının 12. katının penceresinden yoğun bir duman çıkmaya
başlıyor. Herkesin gözü o pencerede şimdi… Biraz sonra Eda geliyor pencereye:
– Lağım fareleri, size bir çöp
bile bırakmadık…
Katiller sürüsü ilk yenilgisini
almıştır. Morallerini küfürlerle yükseltmeye çalışıyorlar.
Kuşatılmışlardı.
Biraz sonra öleceklerdi.
Ama onlar hala diğer yoldaşlarını
düşünüyorlar.
Saat 00.20… Telefonda Sabo
konuşuyor; soruyor:
– Sinan’dan haber var mı? Sinan’ı
sorun, haberleri açın, dinleyin. Haber almaya çalışın…
Saat 01.20
– Sinan’dan haber var mı? Telefon
ettiniz mi? Haberleri dinlediniz mi? Sinan’dan bahsediyorlar…
Saat 02.30
– Sinan’ın öldüğünü söylüyorlar.
Lütfen bana haber getirin.
– Amcabeyimi sorun…
Ölüm karşılarında. Kaygıları
kendileri için değil, yoldaşları içindir. İşte ölüm karşısındaki güçlülüğün,
işte ölümün farklı, devrimci kavranışının ifadesidir bu.
Zaman sabaha karşıdır. Ölüm biraz
daha yakınlarındadır artık. Biraz daha kucaklamışlar onu. Bu anda telefonda
şunları söyler Sabo:
– Düşünüyorum, yoldaşlarıma
yardımcı olmak istiyorum. Zorluyorum kendimi. Nasıl bulduklarını bilemiyorum…
Bir günlük olay…
İstanbul’un caddeleri,
sokaklarıyla dosttu Sabo. Cuntanın o güç yıllarında kurulmuştu bu dostluk.
Sonrasında da devam etmişti. 10 yılı aşkındır illegal koşullarda yaşıyordu.
İlkeli, disiplinli, kurallıydı. En güç günlerde sahip çıkmıştı harekete. Ve
bugünlere ulaşmasında büyük pay sahibiydi. İlkeli, kurallı yaşamıyla
yoldaşlarının, örgütünün güvenliği onun için her şeyden önemliydi. Şimdi de
yoldaşlarıyla paylaştığı aynı kaygıydı.
Düşünüyorlar. Kendilerini değil
yoldaşlarını. Düşünüyorlar, canlarını değil, yoldaşlarının ve örgütlerinin
güvenliğini… Vefa, dostluk, yoldaşlık, bağlılık, ölümden önce geliyor onların
kavrayışında.
Kararlıdırlar ve cesur… Kuşatma
dakika dakika daralır. Kurşunlar, bombalar daha yakınlarına düşer. Ama korku
yaklaşamaz yanlarına, kararlılıkları gerilemez. Tereddüt geçmez yüreklerinden
ve beyinlerinden.
İlk telefonlarında “Çatışacağız.
Evlerde, sokaklarda, Malatya dağlarında şehit düşen yoldaşlarımız gibi,
Hamiyet’ler, Olcay’lar gibi gülerek gidiyoruz ölüme” derler.
“Hoşça kalın. Sizleri, halkımızı
çok seviyoruz” der Eda ahizeyi elinden bırakırken…
Saat 01.20’de ateş etmeye başlar
katiller sürüsü. Ardından sloganlar duyulur.
– Yaşasın Devrimci Sol!
– Kahrolsun Faşizm, Yaşasın
Mücadelemiz!
…
Silah sesleri yoğunlaşır. Katiller
sürüsüne sandıklarla cephane taşınır.
02.30’da direniş üssüne çatıdan
girmeye çalışır katiller.
– Şu anda üstteler, üstten delmeye
çalışıyorlar.
Aynı anda polis telsizinden şu
konuşmalar geçiyor:
– Bacadayız. Kestaneleri getirin.
– … Anlamadım.
– El bombaları ve tahrip
kalıpları.
Hazırlıklar tamamlanmıştır.
Katiller sürüsünün şefi var bu kez telsizin bir ucunda.
– Sayın 33.10 Emirleriniz
– Kestaneler yanlış yerde
kaynayabilir
– Hayır efendim, tam üstündeyiz.
Bombalar patlar birbiri peşi sıra.
Ve aynı anda Eda şöyle seslenir
onlara:
– Hadi tanklarınızla, toplarınızla
gelin, girin içeri… Ölülerimiz dahi korkutuyor sizi, geceleri rüyalarınıza
giriyoruz. Titriyorsunuz korkudan, hadi girin… Unutmayın ki, devrimci
adaletimizden kaçamayacaksınız. Yoldaşlarımız cezalandıracak sizi.
Eda ve Taşkın uzun süredir
devrimci hareketin bu üssünün kurumlaşmasında görevliydiler. Düzenin
nimetlerine uzanabilecek olanakları vardı. Ama onlar devrimi tercih etmişlerdi,
sosyalizme, devrime ve devrimci harekete inanıyorlardı. Kurumlaşmasında emekle,
sabırla yer aldıkları bu üssü, işte şimdi Sabo’ya birlikte bu inançlarıyla
savunuyorlardı.
Kuşatma, çatışma ve direniş sürer.
Bombalar teslim alamaz onları. Katiller sürüsüne cephane taşınır yeniden.
Telsizlerin şarjları boşalır; Şişli’den, Üsküdar’dan dolu telsizler isterler…
Karşılarındaki irade şarjlarını, mermilerini ve morallerini tüketiyor. Çünkü
kurşunlarla, bombalarla süren bu çatışma, bir iradeler savaşı aynı zamanda.
– Evet, bacadan gaz vermeye
başladılar… Kapıyı zorluyorlar… Büyük bir gedik açtılar.
Direnişçilerin karşı ateşi
yoğunlaşır bu kez.
Üç el tetiktedir, üç yürek
direnişte.
Haykırırlar tüm inançlarıyla
– Türk ve Kürt halklarının
mücadelesi faşizmi yenecektir!
Düşmanın oyunu bozulmuştur.
Katliamlarla yılgınlık yaratmayı amaçlayan oligarşinin hesapları tutmamıştır
böylesi bir direniş karşısında. Çünkü geçen her dakika, düşmana sıkılan her
kurşun, atılan her slogan devrimin, devrim düşüncesinin, devrimcilerin yenilmezliğinin
yeni bir kanıtı olmaktadır.
Bu direniş tüm devrimcilere,
yurtseverlere kuşatma altında da olunsa, halk kitlelerine düzenin kofluğunu,
devrimci irade karşısında çaresizliğini göstermenin, devrimci propagandanın
mümkün olduğunu göstermektedir.
Direniş sürer. Çatışma
şiddetlenir.
– Barikatı güçlendirdik.
Açamıyorlar. Bir yoldaşımız kolundan yaralandı.
Hiçbir şey ve vücutlarında
kurşunlarla açılan yaralar, teslim olmakla ölmek arasında yaptıkları tercihleri
milim saptırmaz.
– Bomba kullanacaklar,
hazırlanıyorlar. Bizler iyiyiz, sakiniz.
Sınırsızca sakindiler hem de.
Güç onların inancındaydı.
Güç ölümlerinin yükleneceği
misyonun bilincinde olmalarındaydı.
Güç halka ve harekete
inançlarında, geleceğe, zafere duyulan güvendeydi.
Ölümsüzlüğe inanıyordu onlar.
– Bizler birer kırmızı karanfil
olarak ülkenin dört bir yanında açacağız… diyordu Sabo. Ve ekliyordu Eda:
– Devrimci Sol bayrağımız ülkenin
her tarafında dalgalanacak.
Saatler akıp gider. Geçen zaman
yalnız ve yalnız direnişi büyütmektedir.
Direnişçiler kurşun sağanağı
altında pencereden sosyalizmin bayrağını, devrimci hareketin orak-çekiçli
bayrağını dalgalandırırlar.
Saat 06.00 sıralarıdır.
Açılan bayrak bir meydan okumadır
ölüme ve oligarşiye.
Bayrağı kurşun yağmuruna tutar
katiller.
Ama bayrak ölmez, öldüremezler
onu.
Orak-çekiçli bayrakla tamamlanan
direnişin o anki tablosu katiller sürüsünün yenilgisini ilan etmektedir adeta.
Dalgalanan sosyalizmin bayrağı
altında sürmektedir açık çatışma.
Sabaha karşı gelişmeleri aktarmaya
da devam eder Sabo.
– Kolumdan yaralandım. Kurşun
girip çıktı. Ama ateş edebiliyorum. Banyo duvarını bombayla açmaya
çalışacaklar.
Katiller sürüsü başını bir direniş
üssüne çarpmıştır. Kapıya, tavana yan duvarlara koşturup dururlar.
– Tam açamadılar, orayı yeniden
sağlamlaştırdık. Çok sakiniz, çok iyiyiz. Kanımızın son damlasına kadar
çarpışacağız.
Zafer direnenlerindir. Her
sözcükleri, her haykırışları bunu kanıtlar. Tekrar tekrar vurgularlar bunu.
Saat 07.00’ye yaklaşmaktadır.
– Tankınızla, topunuzla gelin
korkaklar.
– 12 Temmuzlarda, Malatya
dağlarında yoldaşlarımız nasıl gittilerse ölüme, biz de öyle gidiyoruz.
16 Nisan’da başlayan kuşatma ve
kuşatmayı kendi çemberine hapseden direniş 17 Nisan’da da sürer. Gün ağarmıştır
artık. Direnişçiler yaralıdır. Sabo kolundan, sonra bacağından yara alır. Ne
ki, silahları ve sloganları susmaz yine.
Saat 07.00 sıralarında bayrağın
hala asılı durduğu pencerede zafer işaretleriyle Sabo ve Eda görünür. Bir
destanın en mükemmel tablosunu çizmektedirler adeta… Sabahı, yeni doğan günü,
sosyalizmi, devrimci hareketi, önderliğini ve yoldaşlarını selamlarlar son kez.
O duru sesleriyle bir kez daha seslenirler pencereden.
– Halkımız, sizin için ölüyoruz.
Bu görüntüyü hiçbir güç tarihten
silemeyecektir artık.
Yaralıdırlar. Direnişlerinin an an
tarihe kaydedilmesine aracılık yapan telefona çok sık gelemezler şimdi.
– Kapıyı bombayla açmak için
hazırlık yapıyorlar. Telefon kapının yanında olduğu için gelemiyoruz. Artık
arkaya çekiliyoruz… Giriyorlar…
Düşman önlerindedir ölüm kusan
silahlarıyla. Ölümle aralarında yalnızca bir adım, yalnızca dakikalar, belki
saniyeler kalmıştır. Son sözlerini haykırır telefonda Sabo; her şey
olağanüstüdür.
– Ellerimizde silahlarımız,
dillerimizde sloganlarımızla karşılıyoruz ölümü. Eşime, önderime, Devrimci Sol
önderine bizzat selamlarımı iletmeni istiyorum. Tüm yoldaşlarıma selamlarımızı
iletmeni istiyorum. Hoşça kalın.
Evet, sözler, sözlerdeki cesaret,
sözlerdeki irade, sözlerdeki inanç olağanüstüdür. Olağanüstü bir sözcüktür o
anda dillerinde dökülen “Hoşça kalın”
Hiçbir sözcüğün sahip olamayacağı
bir derinliğe, hiçbir sözcüğün yüklenemeyeceği bir güce sahipti bu yalın tek
sözcüklük “hoşça kalın” vedası.
Ama asla olağanüstü görmediler
direnişlerini. Olması gerekeni, olağan bir görevi yerine getirircesine sade ve
kararlıydı her şey.
İlk değiller. İlk olduklarını
düşünmediler hiç.
“Yaşasın Kızıldere”ydi en sık
attıkları sloganlardan biri… Kızıldere’de yanan meşalenin aydınlattığı
yoldaydılar.
“12 Temmuz’da ölümü gülerek
kucaklayan yoldaşlarımız gibi…”
“Malatya dağlarında şehit düşen
yoldaşlarımız gibi…”
“Hamiyetler, Olcaylar gibi… ”
diyorlardı.
Ve onlar gibi gülerek, çarpışarak
gittiler ölüme.
Gelenekte güçlü bir halka oldular.
Geleneğin ilanı oldular halka ve
dünyaya.
Bayrağı oldular geleneğin.
17 Nisan katliamından “ölen ama
yenilmeyen, umut ve güven sağlayan, geleceği aydınlatan bir tavır, bir direniş”
doğdu. Hemen 17 Nisan’ı izleyen günler de bunun tanığı ve kanıtı olacaktı
zaten. Yılgınlık ve demoralizasyon bekleyenler 16-17 Nisan’ın yarattığı büyük
coşku ve mücadele potansiyeliyle karşı karşıya kalacaklardı.
Çünkü o gün onlar Sabo, Eda,
Taşkın ve 16-17 Nisan’ın diğer şehitleri olağanüstü bir sayfa açtılar devrim
tarihimize.
Olağanüstülükleri
olağanlıklarındaydı.
Bir evden, bir bürodan çıkarcasına
sakin yalın “Hoşça kalın” dediler. Halklarına ve yoldaşlarına. Ölüm sıradandı
onların karşısında. Bir “hoşça kalın”la karşıladılar onu.
Direnmek asla “olağanüstü”
değildi. Olağan olan, olması gereken ve işte o an Çiftehavuzlar’da olandı.
Bunu anlatıyordu işte o yalın
sözcük.
Ölümü gülerek kucaklamak,
ölümsüzlüğün, sonsuz varoluşun, halkların yüreğinde ve bilincinde hep yaşamanın
adımıydı o an.
O adımı attılar cesaret ve
inançla. Ve ölümsüzleştiler. Ölümsüzleştiler, bayrak oldular. İnanç oldular.
Bizeydi veda mesajları, bizeydi
çağrıları, halka ve bayrağı taşıyacak olanlara…
Ayağa kalk, kalk İstanbul
At üstündeki yorgunluğu …
Sabahat’ın gür sesiyle seni
çağırıyorlar İstanbul
Ve diyorlar ki, yeter, yeter
artık, ayağa kalk, kavgaya savaşa gir İstanbul!